8 Kasım 2014 Cumartesi

Lucy..





    Fransız sinemasının gişe seyircisi gözündeki "sıkıcı, yorucu, imgesel Avrupa sineması" imajını, Hollywood pratikler açısından 1990'lı yıllardan itibaren yıkmaya başlayan Luc Besson, Nikita ile yaptığı aksiyon dolu çıkışı Sevginin Gücü ile zirveye taşımıştı. Beyazperdeye Natalie Portman güzelliğini kazandıran filmden sonra Hollywood’a dikey geçi yapan Besson 5. Element’in ardından daha çok yapımcı/senarist kimliği ile anıldığı işlere imza attı. Fakat bir süre sonra arkasında yer aldığı işler “ Aaa yapımcısı Luc Besson’muş!” beklentisinden nedense “Amaaaan Luc Besson’dan ne beklersin ki zaten?” serzenişine dönüştü. ABD vizyonunun ardından fazla bekletmeden bu Cuma ülkemizde de gösterime giren son filmi Lucy uzun zamandır özlediğimiz Luc Besson tarzlı aksiyon-mizahı, hayal gücünün sınırlarıyla kurgulayarak önümüze servis ediyor.

  enç, güzel ama oldukça sıradan bir kadın olan Lucy, geceyi beraber geçirdiği serseri Richard’dan uzaklaşmaya çalışırken kendisini bir anda Tayvan’ın en vahşi uyuşturucu çetelerinden birinin elinde rehine/kurye olarak bulur! Canını kurtarmaya çalışırken, kanına karışan sentetik CPH4 maddesi, Lucy’ye henüz herhangi bir canlının erişemediği bilinç üstünün kapıları açacaktır! Bu şekilde özetleyince sığ gibi gelen filmin ana konusu esasen, şayet mümkün olsaydı insan beyninin %100 kapasite ile çalıştığında erişebileceği sınırları ya da sınırsızlığı sorguluyor. Bu, elbette sinemanın daha önce pek çok kez sorduğu ve çoğunlukla uyuşturucu/ilaç/bağımlılık temalı filmlerde yer yer karşımıza çıkan bir soru.


Yönetmen hikaye akışı boyunca varoluşsal teorilerle, kendini fazla ciddiye alan bilimle ve nihayetinde evrenin oluşumunu anlamak için harcanan enerjiyle sağlam kafa buluyor; bunu da yüzdeler artıkça absürt komedinin sınırlarını zorlayarak yapıyor. Spoiler vermeyelim ama filmin ‘saçma!’ hissettirebilecek finali benim açımdan tam bir CERN göndermesiydi. “Evrenin sırrını anlamak için bu kadar da kasmayın, yüzde yüze vardığınızda hepimiz bir yumurta ve bir spermden ibaretiz zaten!” diyor Luc Besson; bence başka da ciddiye alınacak bir derdi yok.


28 Ekim 2014 Salı

Dogtooth ( Köpek Dişi )





       Bir Çocuk evini ne zaman terk edebilir...

  İlk sahnesin de karşımıza nelerin çıkabiliceğini gösteren Dogtooth; felsefeyi ve sosyolojiyi içinde barındırıyor. Dogtooth'an yola çıkarak Freud'a kadar gidebilir; bir konu başka bir konuyu. başka bir konu ise daha farklı bir konuyu açar ve karşınıza sayfalarca ansiklopedi görebilirsiniz.. Ergenliği tamamlamış, fiziki olarak olgun fakat olgusal olarak daha çocuk; üç kardeşin tuhaf bir yaşam hikayesini anlatıyor..

  Onlar için gökyüzünden uçan uçaklar oyuncak, zombiler küçük sarı bir çiçektir.. Kediler ise babasının en yakın arkadaşını öldürmüş; ölümcül vahşi bir hayvandır.. Evin etrafını sarmış çitlerden dışarı çıkmak yasak, korkutucu ve tehlikelidir.. Sadece babaları araba ile dışarı çıkabilir...

  Kelimelerin anlamlarını farklı bir şekilde öğrenirler, özgürlükleri anne ve babalarının elindedir.. Doğuştan gelen dilleri kendi kişiliklerini oluşturduğu için daha birey olamamış, kocaman üç kardeş..
Her zaman çocuk kalacak üç kişi..

   Ebeveynlerinin uygun gördükleri eğitimi alıp onların istedikleri çocuklar haline alan üç kardeş dış dünyanın bir etkisi olmaksızın kendi aralarında babalarının öğrettiği şekilde yarışlar yaparak ödül kazanmaya çalışırlar. Rekabet güdüsünün eğitilerek çocukların arasında garip oyunlarla tatmin edilmeye çalışılması bizlere babanın “bilinçli” bir ebeveyn olduğunu gösterir. Dış dünyadan eve girebilen tek yabancı Christina adında bir fahişedir.





   Cinsel tatminsizliğin oğlu üzerinde yaratacağı agresifliğin önünü almaya çalışarak kendi iktidarını garantiye alan baba kızları hakkında çok da endişeli değildir. Fakat Christina’nın dış dünyada getirmiş olduğu hediyeler evin büyük kızına yeni bilgiler sağlayarak onun değişmesine sebep olur. Bu noktadan sonra film fiziksel olarak çok önceleri ergenliği geride bırakmış –büyük kız kardeş- “Bruce”un dış dünyadan edindiği bilgilerle tüm sağlıklı bireylerin ergenlik döneminde geçirdiği aileyi aşma ve özgürleşme sürecine girer. Esasen ergenlik döneminin sonları biyolojik olarak çocukların aileden ayrılıp kendi hayatlarını kurmaları için en verimli dönemdir. Fakat kapitalizmin gelişimiyle aynı hızda olmayan insan biyolojisi tek başına yetersiz kaldığından günümüzde bu yaştaki bireyler kendi aileleriyle kalmaya mecburdurlar. Büyüklerimizin diline pelesenk olmuş “isyankar genç” tabiri bir bakıma bu biyolojik zorunluluklardan ortaya çıkmıştır. Bu süreci normal şartlarda yaşayan insanlar kadar sağlıklı bir şekilde atlatamayan Bruce, isyanı ilk defa dış dünyadan lügatine kattığı Rocky ve Jaws filmlerinin repliklerinden öğrenir. Filmler ile birlikte “isyan etme”nin kelime olarak karşılıkları bulunduğunda içgüdüsel olarak ilk defa bilinçaltında kelimelere denk düşen duygular açığa çıkar. Artık isyanı somutlaşmaya başlayan Bruce aile tarafından sorunlu genç kız olarak algılanmaya başlar. Yönetmenin burada sinemanın değiştirici ve özgürleştirici etkisini de ustaca somutlaştırdığı gözden kaçmamaktadır.


21 Ekim 2014 Salı

Koku..



      Bir Katilin Hikayesi..

      Edebiyat ve Sinemanın Muhteşem Ortaklığı...

   Patrick Suskind'in Edebiyat dünyasına bomba gibi düştüğü Koku romanı yıllar sonra sinema severlerle buluştu.. Kitapın her sayfasında farklı bir aromatik kokular olsa da yönetmen filmin her saniyesin de bu kokuları seyirciye buluşturamamış olsa da akıllar da kalıcı bir başyapıt ortaya koymuş..

   Grenouille'in kurbanları olan kızlardan, kokuları nedeni ile nasıl etkilendiği kitaptan satır satır burnumuza ulaşan bir durum iken, filmde kokularından ziyade daha çok güzellikleri nedeni ile seçilmiş oldukları izlenimi yaratılıyor..

   Patrick Suskind'in kitapta anlatmak istediği ile Tom Tykwer'in film de seyirciye izole ettiği konu çok farklı..  Aslın da iki eseri ortak noktalarından ayırdığımız da, iki ayrı büyük eser ortaya çıkıyor, fakat; filmin bir romandan uyarlandığını düşündüğümüz de ve o romanı okuduğumuz da film biraz basit kaçıyor, sadece gerilim unsuru olan ve ihtiyaç duyduğu kokuları elde etmek için ''güzel'' kızların peşine düşen ''sapık'' bir katil filmi karşımızda.. Fakat kitapta ana konu bu değil, daha çok derin, daha çok anlamlı ve bunu yansıtmak için yönetmenimize ve görüntü yönetmenimize olağan üstü bir yetenek olması gerektiğini düşünüyorum, düşünüyorum ama ne yazık ki başaramamışlar.. Yine de filmi romandan ayrı düşündüğümüzde sansasyonel...  

   

   

    Sevgilinin Ardından adlı filmden de tanıdığımız Ben Whishaw muhteşem bir oyunculuk ortaya çıkarmış.. Karaktere bürünmüş ve onu özümsemiş, karşınıza yargılayamayacağınız bir katil ortaya çıkartmış..

    



  Film de en çarpıcı sahne katilimizin idam edilirken, sakladığı parfümü çıkartıp sıkmasıyla bütün kalabalığın, ölüm sevinçlerinin yerine libidolarının artması ve sevişmeye başlamaları oluyor..



16 Ekim 2014 Perşembe

Mavi En Sıcak Renktir ( La vie D'Adele)




     Geçtiğimiz Mayıs ayında yapılan Cannes Film Festivalinin en çok konuşulan filmiydi ve Altın Palmiye Ödülüne layık görürdü.

     Ne kadar bazı eleştirmenler film de derinlik bulmasa da, filmin üstünden çartışılacak bir çok konu var..

     Bir cinsellik ve büyüme öyküsü olan La vie D'Adele, lise öğrencisi Adele'nin cinsel tercihlerini ve hayata karşı tutumunu izlemekteyiz. İlk başta lise de bir erkekle ilişkisi olan Adele, mutlu olamadığını fark edince, cinsel tercihlernin faklı olduğunu görür. Yolda yürürken  Emma'yla karşılaşır ve tercihini Emma'ya karşı yapar. Okul çıkışına Emma'nın gelmesiyle arkadaşları tarafından Adele ezilir ve aşağılanır. Bir birlerine aşık olan bu tatlı çift Adele'in lisesi bittikten sonra aynı eve taşınrılar fakat Adele burda kendisini yalnız hisseder, sevgilisi Emma,  Adele ile pek ilgilenemez. Emma büyük bir ressam hayali olma peşin de giderken etrafına sadece sanatçılar ve ressamları kabul eder Adele ise Ana okulunda öğretmenlik yapar.. Adele pasif ve Emma aktif karakterde olduğundan Adele kendisini başka kollara atar, aynı okulda tanıştığı bir erkek öğretmenle yatmaya başlar, Emma'nın bunu fark etmesiyle Adele kapı dışarı edilir.. Gerçek aşklar hiç bir zaman unutulmaz derler yaaa.. Adele ne kadar Emma'yı aldatsa da uzun bir süre peşinden gider, fakat Emma yeni bir eş yeni bir iş ve yeni bir çocuk sahibi olur..



   Yönetmen ve senarist hikayeyi bütün gerçekliğiyle ortaya dökmüş, seks, seks, seks diye bağıran fakat bu sahnelerde bile insanı bıktırmayan bir oluşum.. Oyunculuklar mükemmel, filmi izlediğiniz de oyuncuların sanki gerçekten bir birlerini çok sevdiği, ikisinin ayrı bir şekilde asla yapamadığı hissini çok basit bir şekilde alacaksınız.

 

Titanik sahnesi de var film de, Adele'in çıplak bir şekil de ağzında sigarasıyla uzanıp Emma'nın kendi portresini çizmesine izin vermesi. Adele'den ayrıldıktan sonra aynısını yeni eşine de yapması.. Demek ki bütün ressamlar aynı çapkınlığı yapıyor.


15 Ekim 2014 Çarşamba

Laurence Anyways..




      Bu Filmi Herkes İzleyemez !!

      Xaiver Dolan 3. Filmi olan Laurence Anyways Transeksüel bir erkekle bir kadının imkansız aşklarını anlatıyor..

      Laurence 30 yaşında,  üniversitede öğretmenlik yapan başarılı bir adamdır.Yaklaşık 2 yıldır mutlu mesut bir hayat yaşadığı sevgilisi Fred’e, bir gün 30 yıldır kendi içerisinde yaşadığı sırrı açıklamaya karar verir. Laurence, yıllardır erkek bedenine hapsolmuş, kadın olma arzusunu taşıyan bir bireydir.Fakat artık hayatına bu şekilde devam edemeyeceğini ve kadın bedenine geçmek istediğini anlatır Fred’e. Fred’in ise bu durum karşısında olan tepkisini, ilişkiye yön verişini, 10 yıl süre zarfında ikilinin ilişkisinin iniş ve çıkışlarını izliyoruz 168 dakika boyunca. Bir yandan da hem Fred’in hem de Laurence’in toplumda var olabilme savaşı, çevresindeki insanlara kendilerini anlatabilme, kabullendirebilme çabalarını izliyoruz.Flashback’lerle, bir dış sesin anlatımı ile geçiyor bu 168 dakika.Evet film biraz uzun.Evde izliyorsanız zaman zaman hikayeden kopabiliyorsunuz.Filme ait tek olumsuz eleştirim bu oldu.Bu kadar uzun olmasa, izleyiciyi kendine daha kolay bağlayabilirdi Dolan.



      Filme dair bahsetmek istediğim bir çok olumlu nokta var esasında.Bunların başında harika oyunculuklar geliyor elbet.Özellikle Fransız aktör Melvil Poupaud ki kendisinin hayranıyım ve Suzanne Clement’i de tebrik etmek lazım.Mükemmel bir ikili olmuşlar ve o kadar gerçekçi oyunuyorlar ki, filmin hiç bitmemesini istiyorsunuz.Filmi izliyorken aralarındaki diyaloglara mutlaka dikkat edin.Xavier muhteşem yazmış.

     .Film sonrasında soundtrack albümünü günlerce dinleyebilirsiniz. Depeche Mode, Tindersticks, The Cure, Duran Duran, Craig Armstrong ve Celine Dion gibi isimler mevcut soundtrack’te.

     Filmin değinmek istediği noktaya tekrar gelirsek, Aşkın beden ve cinsiyete bağlı kalmayacağını, transseksüelliğin toplumda nasıl karşılandığını, bu bağlamda kişinin, kişilerin yaşadığı zorlukları, geçirdiği evreleri çok güzel şekilde izleyiciye aktarıyor bu film.168 dakikanız kesinlikle boşa gitmeyecektir, emin olabilirsiniz.

                      

14 Ekim 2014 Salı

Annemi Öldürdüm..




       Ben de kocaman bir parçası olan, Xaiver Dolan'ın canlandırdığı Hubert'la kendimi özdeşleştirdiğim, Hubert'ın acılarını kendim de gördüğüm muhteşem bir yapıt.. Xaiver Dolan'la tanıştığım ilk film, tanışmamız yüzüme bir tokat gibi çarpsa da, film de benden bir parça aldığını fark etsem de, ironik olarak sevdim bu yönetmeni.. İkimizin de ortak noktası Annemiz..

     Fransız - Kanadalı Yönetmen, Senarist ve Oyuncu Xaiver Dolan'ın ilk filmi Cannes Film Festivalin de oldukça ses getirdi.. Yönetmenliğini - Senarsitliğini - Oyunculuğunu gerçekleştiren Dolan, Hubert karakteriyle yeteneklerini ortaya dökmüş..

    Muhafazakar kesimler de oldukça sıkıntı çeken eşcinseller, görece uygarlaşmış kesimlerde de benzer sıkıntılar yaşamakta. Film de buna değinen Dolan, hayatında ki tek ve en yakın bir o kadar uzak annesi Chantale !!! Aşk- nefret - kin - öfke ve bir o kadar sevgi.. Hubert annesinden o kadar nefret ediyor ki, okulunda ki insanlara annesinin öldüğünü söylüyor, için de öldürüyor annesini.. Kalbin de ki anne sevgisini, nefret ve kin almış.. Ortam gözetmeksizin sürekli annesiyle kavga eden Hubert'ın için de ki yaşanmamışlıkları..

 
     


         Kendisi gibi Hubert karakteri edebi konuda oldukça yetenekli fakat baskıcı annesi yüzünden, sıradan bir öğrenci hayatı yaşamakta. Sevgilisiyle eve çıkma hayalleri kuran Hubert ve yine annesi yüzünden bunu gerçekleştirememekte. Hubert'a destek veren tek kişi öğretmeni, yeteneklerinin farkın da manevi olarak Hubert'a destek veriyor, Hubert annesinden göremediği bu desteği ve sevgiyi fark edince en başta korkuyor, kaçıyor; herkes anlamadığı şeylerden korkar Hubert'ta anne sevgisi ve desteğinden yoksun olduğu için öğretmenine karşı kendisini koruyarak açılıyor...


13 Ekim 2014 Pazartesi

Hayali Aşklar..



     En sevdiğim Yönetmenin En sevdiğim Filmi..

 
   Xaiver Dolan'ı ilk Annemi Öldürdüm filmin de tanımıştım, tanışmamız ironik bir o kadar romantik, bir o kadar karışıktı.. Annemi Öldürdüm ismini duyunca nefret edip aslında için de öldürdüğünü anlayınca çok sevmiştim bu yönetmeni,. Sevmiştim çünkü benden bir parçası vardı bu filmin, benden koparmıştı bir kısmını..

   Hayali Aşklar da anlatıyor aslında bir çok insanı, platonik aşkları, eşcinselliği, eşcinsellere aşık olan umutsuz kızları, umutsuz aşklar yüzünden en yakın arkadaşını bırakıp gidenleri...,
,  
  Bu filmde de bir parçamı çalmıştı Dolan, karamsarlığımı...
Dolan'ın canlandırdı Francis bana, karamsallığı, umursamamazlığı anlatıyor, karakterini sadece bu olgu üzerine oluşturmuş.


   

Hem Senaryosunu, Hem yönetmenliğini, hem de Nicolas'ya olan aşkını itiraf edemeyen Francis' i canladıran Dolan, filmde ki en yakın arkadaşı olan Marie'nin de aynı kişiye ilgi duymasıyla filmin gelişme kısmı gerçekleşiyor. İkisi de Nicolas'yayı ilahlaştırarak kendilerini sevdirmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Hınzır Nicolas, aşık iki karakterimize gel-gitleri oynayıp, kime ilgi duyduğunu belli etmiyor. Film tam bir sinematografik, bir çok şey sözlerle değil, görüntüyle, oyuncuların bakışlarıyla anlatılıyor. Çok yakın iki arkadaş rakip haline dönüşüp, bir birlerine nefret duyguları içeriyor. Filmin sonu Nicolas'ın ikisine sırtını dönmesiyle ve Francis ve Marie'nin tekrardan yakınlaşmasıyla bitiyor.