28 Ekim 2014 Salı

Dogtooth ( Köpek Dişi )





       Bir Çocuk evini ne zaman terk edebilir...

  İlk sahnesin de karşımıza nelerin çıkabiliceğini gösteren Dogtooth; felsefeyi ve sosyolojiyi içinde barındırıyor. Dogtooth'an yola çıkarak Freud'a kadar gidebilir; bir konu başka bir konuyu. başka bir konu ise daha farklı bir konuyu açar ve karşınıza sayfalarca ansiklopedi görebilirsiniz.. Ergenliği tamamlamış, fiziki olarak olgun fakat olgusal olarak daha çocuk; üç kardeşin tuhaf bir yaşam hikayesini anlatıyor..

  Onlar için gökyüzünden uçan uçaklar oyuncak, zombiler küçük sarı bir çiçektir.. Kediler ise babasının en yakın arkadaşını öldürmüş; ölümcül vahşi bir hayvandır.. Evin etrafını sarmış çitlerden dışarı çıkmak yasak, korkutucu ve tehlikelidir.. Sadece babaları araba ile dışarı çıkabilir...

  Kelimelerin anlamlarını farklı bir şekilde öğrenirler, özgürlükleri anne ve babalarının elindedir.. Doğuştan gelen dilleri kendi kişiliklerini oluşturduğu için daha birey olamamış, kocaman üç kardeş..
Her zaman çocuk kalacak üç kişi..

   Ebeveynlerinin uygun gördükleri eğitimi alıp onların istedikleri çocuklar haline alan üç kardeş dış dünyanın bir etkisi olmaksızın kendi aralarında babalarının öğrettiği şekilde yarışlar yaparak ödül kazanmaya çalışırlar. Rekabet güdüsünün eğitilerek çocukların arasında garip oyunlarla tatmin edilmeye çalışılması bizlere babanın “bilinçli” bir ebeveyn olduğunu gösterir. Dış dünyadan eve girebilen tek yabancı Christina adında bir fahişedir.





   Cinsel tatminsizliğin oğlu üzerinde yaratacağı agresifliğin önünü almaya çalışarak kendi iktidarını garantiye alan baba kızları hakkında çok da endişeli değildir. Fakat Christina’nın dış dünyada getirmiş olduğu hediyeler evin büyük kızına yeni bilgiler sağlayarak onun değişmesine sebep olur. Bu noktadan sonra film fiziksel olarak çok önceleri ergenliği geride bırakmış –büyük kız kardeş- “Bruce”un dış dünyadan edindiği bilgilerle tüm sağlıklı bireylerin ergenlik döneminde geçirdiği aileyi aşma ve özgürleşme sürecine girer. Esasen ergenlik döneminin sonları biyolojik olarak çocukların aileden ayrılıp kendi hayatlarını kurmaları için en verimli dönemdir. Fakat kapitalizmin gelişimiyle aynı hızda olmayan insan biyolojisi tek başına yetersiz kaldığından günümüzde bu yaştaki bireyler kendi aileleriyle kalmaya mecburdurlar. Büyüklerimizin diline pelesenk olmuş “isyankar genç” tabiri bir bakıma bu biyolojik zorunluluklardan ortaya çıkmıştır. Bu süreci normal şartlarda yaşayan insanlar kadar sağlıklı bir şekilde atlatamayan Bruce, isyanı ilk defa dış dünyadan lügatine kattığı Rocky ve Jaws filmlerinin repliklerinden öğrenir. Filmler ile birlikte “isyan etme”nin kelime olarak karşılıkları bulunduğunda içgüdüsel olarak ilk defa bilinçaltında kelimelere denk düşen duygular açığa çıkar. Artık isyanı somutlaşmaya başlayan Bruce aile tarafından sorunlu genç kız olarak algılanmaya başlar. Yönetmenin burada sinemanın değiştirici ve özgürleştirici etkisini de ustaca somutlaştırdığı gözden kaçmamaktadır.


21 Ekim 2014 Salı

Koku..



      Bir Katilin Hikayesi..

      Edebiyat ve Sinemanın Muhteşem Ortaklığı...

   Patrick Suskind'in Edebiyat dünyasına bomba gibi düştüğü Koku romanı yıllar sonra sinema severlerle buluştu.. Kitapın her sayfasında farklı bir aromatik kokular olsa da yönetmen filmin her saniyesin de bu kokuları seyirciye buluşturamamış olsa da akıllar da kalıcı bir başyapıt ortaya koymuş..

   Grenouille'in kurbanları olan kızlardan, kokuları nedeni ile nasıl etkilendiği kitaptan satır satır burnumuza ulaşan bir durum iken, filmde kokularından ziyade daha çok güzellikleri nedeni ile seçilmiş oldukları izlenimi yaratılıyor..

   Patrick Suskind'in kitapta anlatmak istediği ile Tom Tykwer'in film de seyirciye izole ettiği konu çok farklı..  Aslın da iki eseri ortak noktalarından ayırdığımız da, iki ayrı büyük eser ortaya çıkıyor, fakat; filmin bir romandan uyarlandığını düşündüğümüz de ve o romanı okuduğumuz da film biraz basit kaçıyor, sadece gerilim unsuru olan ve ihtiyaç duyduğu kokuları elde etmek için ''güzel'' kızların peşine düşen ''sapık'' bir katil filmi karşımızda.. Fakat kitapta ana konu bu değil, daha çok derin, daha çok anlamlı ve bunu yansıtmak için yönetmenimize ve görüntü yönetmenimize olağan üstü bir yetenek olması gerektiğini düşünüyorum, düşünüyorum ama ne yazık ki başaramamışlar.. Yine de filmi romandan ayrı düşündüğümüzde sansasyonel...  

   

   

    Sevgilinin Ardından adlı filmden de tanıdığımız Ben Whishaw muhteşem bir oyunculuk ortaya çıkarmış.. Karaktere bürünmüş ve onu özümsemiş, karşınıza yargılayamayacağınız bir katil ortaya çıkartmış..

    



  Film de en çarpıcı sahne katilimizin idam edilirken, sakladığı parfümü çıkartıp sıkmasıyla bütün kalabalığın, ölüm sevinçlerinin yerine libidolarının artması ve sevişmeye başlamaları oluyor..



16 Ekim 2014 Perşembe

Mavi En Sıcak Renktir ( La vie D'Adele)




     Geçtiğimiz Mayıs ayında yapılan Cannes Film Festivalinin en çok konuşulan filmiydi ve Altın Palmiye Ödülüne layık görürdü.

     Ne kadar bazı eleştirmenler film de derinlik bulmasa da, filmin üstünden çartışılacak bir çok konu var..

     Bir cinsellik ve büyüme öyküsü olan La vie D'Adele, lise öğrencisi Adele'nin cinsel tercihlerini ve hayata karşı tutumunu izlemekteyiz. İlk başta lise de bir erkekle ilişkisi olan Adele, mutlu olamadığını fark edince, cinsel tercihlernin faklı olduğunu görür. Yolda yürürken  Emma'yla karşılaşır ve tercihini Emma'ya karşı yapar. Okul çıkışına Emma'nın gelmesiyle arkadaşları tarafından Adele ezilir ve aşağılanır. Bir birlerine aşık olan bu tatlı çift Adele'in lisesi bittikten sonra aynı eve taşınrılar fakat Adele burda kendisini yalnız hisseder, sevgilisi Emma,  Adele ile pek ilgilenemez. Emma büyük bir ressam hayali olma peşin de giderken etrafına sadece sanatçılar ve ressamları kabul eder Adele ise Ana okulunda öğretmenlik yapar.. Adele pasif ve Emma aktif karakterde olduğundan Adele kendisini başka kollara atar, aynı okulda tanıştığı bir erkek öğretmenle yatmaya başlar, Emma'nın bunu fark etmesiyle Adele kapı dışarı edilir.. Gerçek aşklar hiç bir zaman unutulmaz derler yaaa.. Adele ne kadar Emma'yı aldatsa da uzun bir süre peşinden gider, fakat Emma yeni bir eş yeni bir iş ve yeni bir çocuk sahibi olur..



   Yönetmen ve senarist hikayeyi bütün gerçekliğiyle ortaya dökmüş, seks, seks, seks diye bağıran fakat bu sahnelerde bile insanı bıktırmayan bir oluşum.. Oyunculuklar mükemmel, filmi izlediğiniz de oyuncuların sanki gerçekten bir birlerini çok sevdiği, ikisinin ayrı bir şekilde asla yapamadığı hissini çok basit bir şekilde alacaksınız.

 

Titanik sahnesi de var film de, Adele'in çıplak bir şekil de ağzında sigarasıyla uzanıp Emma'nın kendi portresini çizmesine izin vermesi. Adele'den ayrıldıktan sonra aynısını yeni eşine de yapması.. Demek ki bütün ressamlar aynı çapkınlığı yapıyor.


15 Ekim 2014 Çarşamba

Laurence Anyways..




      Bu Filmi Herkes İzleyemez !!

      Xaiver Dolan 3. Filmi olan Laurence Anyways Transeksüel bir erkekle bir kadının imkansız aşklarını anlatıyor..

      Laurence 30 yaşında,  üniversitede öğretmenlik yapan başarılı bir adamdır.Yaklaşık 2 yıldır mutlu mesut bir hayat yaşadığı sevgilisi Fred’e, bir gün 30 yıldır kendi içerisinde yaşadığı sırrı açıklamaya karar verir. Laurence, yıllardır erkek bedenine hapsolmuş, kadın olma arzusunu taşıyan bir bireydir.Fakat artık hayatına bu şekilde devam edemeyeceğini ve kadın bedenine geçmek istediğini anlatır Fred’e. Fred’in ise bu durum karşısında olan tepkisini, ilişkiye yön verişini, 10 yıl süre zarfında ikilinin ilişkisinin iniş ve çıkışlarını izliyoruz 168 dakika boyunca. Bir yandan da hem Fred’in hem de Laurence’in toplumda var olabilme savaşı, çevresindeki insanlara kendilerini anlatabilme, kabullendirebilme çabalarını izliyoruz.Flashback’lerle, bir dış sesin anlatımı ile geçiyor bu 168 dakika.Evet film biraz uzun.Evde izliyorsanız zaman zaman hikayeden kopabiliyorsunuz.Filme ait tek olumsuz eleştirim bu oldu.Bu kadar uzun olmasa, izleyiciyi kendine daha kolay bağlayabilirdi Dolan.



      Filme dair bahsetmek istediğim bir çok olumlu nokta var esasında.Bunların başında harika oyunculuklar geliyor elbet.Özellikle Fransız aktör Melvil Poupaud ki kendisinin hayranıyım ve Suzanne Clement’i de tebrik etmek lazım.Mükemmel bir ikili olmuşlar ve o kadar gerçekçi oyunuyorlar ki, filmin hiç bitmemesini istiyorsunuz.Filmi izliyorken aralarındaki diyaloglara mutlaka dikkat edin.Xavier muhteşem yazmış.

     .Film sonrasında soundtrack albümünü günlerce dinleyebilirsiniz. Depeche Mode, Tindersticks, The Cure, Duran Duran, Craig Armstrong ve Celine Dion gibi isimler mevcut soundtrack’te.

     Filmin değinmek istediği noktaya tekrar gelirsek, Aşkın beden ve cinsiyete bağlı kalmayacağını, transseksüelliğin toplumda nasıl karşılandığını, bu bağlamda kişinin, kişilerin yaşadığı zorlukları, geçirdiği evreleri çok güzel şekilde izleyiciye aktarıyor bu film.168 dakikanız kesinlikle boşa gitmeyecektir, emin olabilirsiniz.

                      

14 Ekim 2014 Salı

Annemi Öldürdüm..




       Ben de kocaman bir parçası olan, Xaiver Dolan'ın canlandırdığı Hubert'la kendimi özdeşleştirdiğim, Hubert'ın acılarını kendim de gördüğüm muhteşem bir yapıt.. Xaiver Dolan'la tanıştığım ilk film, tanışmamız yüzüme bir tokat gibi çarpsa da, film de benden bir parça aldığını fark etsem de, ironik olarak sevdim bu yönetmeni.. İkimizin de ortak noktası Annemiz..

     Fransız - Kanadalı Yönetmen, Senarist ve Oyuncu Xaiver Dolan'ın ilk filmi Cannes Film Festivalin de oldukça ses getirdi.. Yönetmenliğini - Senarsitliğini - Oyunculuğunu gerçekleştiren Dolan, Hubert karakteriyle yeteneklerini ortaya dökmüş..

    Muhafazakar kesimler de oldukça sıkıntı çeken eşcinseller, görece uygarlaşmış kesimlerde de benzer sıkıntılar yaşamakta. Film de buna değinen Dolan, hayatında ki tek ve en yakın bir o kadar uzak annesi Chantale !!! Aşk- nefret - kin - öfke ve bir o kadar sevgi.. Hubert annesinden o kadar nefret ediyor ki, okulunda ki insanlara annesinin öldüğünü söylüyor, için de öldürüyor annesini.. Kalbin de ki anne sevgisini, nefret ve kin almış.. Ortam gözetmeksizin sürekli annesiyle kavga eden Hubert'ın için de ki yaşanmamışlıkları..

 
     


         Kendisi gibi Hubert karakteri edebi konuda oldukça yetenekli fakat baskıcı annesi yüzünden, sıradan bir öğrenci hayatı yaşamakta. Sevgilisiyle eve çıkma hayalleri kuran Hubert ve yine annesi yüzünden bunu gerçekleştirememekte. Hubert'a destek veren tek kişi öğretmeni, yeteneklerinin farkın da manevi olarak Hubert'a destek veriyor, Hubert annesinden göremediği bu desteği ve sevgiyi fark edince en başta korkuyor, kaçıyor; herkes anlamadığı şeylerden korkar Hubert'ta anne sevgisi ve desteğinden yoksun olduğu için öğretmenine karşı kendisini koruyarak açılıyor...


13 Ekim 2014 Pazartesi

Hayali Aşklar..



     En sevdiğim Yönetmenin En sevdiğim Filmi..

 
   Xaiver Dolan'ı ilk Annemi Öldürdüm filmin de tanımıştım, tanışmamız ironik bir o kadar romantik, bir o kadar karışıktı.. Annemi Öldürdüm ismini duyunca nefret edip aslında için de öldürdüğünü anlayınca çok sevmiştim bu yönetmeni,. Sevmiştim çünkü benden bir parçası vardı bu filmin, benden koparmıştı bir kısmını..

   Hayali Aşklar da anlatıyor aslında bir çok insanı, platonik aşkları, eşcinselliği, eşcinsellere aşık olan umutsuz kızları, umutsuz aşklar yüzünden en yakın arkadaşını bırakıp gidenleri...,
,  
  Bu filmde de bir parçamı çalmıştı Dolan, karamsarlığımı...
Dolan'ın canlandırdı Francis bana, karamsallığı, umursamamazlığı anlatıyor, karakterini sadece bu olgu üzerine oluşturmuş.


   

Hem Senaryosunu, Hem yönetmenliğini, hem de Nicolas'ya olan aşkını itiraf edemeyen Francis' i canladıran Dolan, filmde ki en yakın arkadaşı olan Marie'nin de aynı kişiye ilgi duymasıyla filmin gelişme kısmı gerçekleşiyor. İkisi de Nicolas'yayı ilahlaştırarak kendilerini sevdirmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Hınzır Nicolas, aşık iki karakterimize gel-gitleri oynayıp, kime ilgi duyduğunu belli etmiyor. Film tam bir sinematografik, bir çok şey sözlerle değil, görüntüyle, oyuncuların bakışlarıyla anlatılıyor. Çok yakın iki arkadaş rakip haline dönüşüp, bir birlerine nefret duyguları içeriyor. Filmin sonu Nicolas'ın ikisine sırtını dönmesiyle ve Francis ve Marie'nin tekrardan yakınlaşmasıyla bitiyor. 



12 Ekim 2014 Pazar

Arınma Gecesi : Anarşi..





              Geçen sene vizyona girdikten sonra üç milyon dolarlık bütçesinin neredeyse yirmi katını gişeden geri alan Arınma Gecesi’ne bir devam filminin geleceğini tahmin etmek zor değildi. Yakın geleceğin totalitaryen ABD’sinde suç ve vahşeti kontrol edebilmek için her sene bir gün 12 saat boyunca cinayet dahil her suçun yasal olduğu bir dünyada geçiyor Arınma Gecesi serisi. İlk film vizyona girdiğinde eleştirmenler ve seyircinin çoğunluğu bu denli ilginç bir fikrin senaryo içinde yeterince kullanılıp analiz edilmediğine, bunun yerine ilk perdeden sonra tipik bir ‘home invasion’ (ev istilası) gerilimine dönüşmesine odaklanmışlardı. İki filmin de yazar/yönetmeni James DeMonaco bu eleştirileri dinlemiş olacak ki ilk film ile konsept dışında hiç bir alakası olmayan bu devamda Arınma Gecesi sırasında oluşabilecek hemen her durumu inceliyor ve genel olarak başarılı olamasa da daha geniş ve kapsamlı bir aksiyon/gerilim yaratıyor. İlk filmin eleştirisini yazdığımda ister istemez diğer sinemaseverlerin övdüğü konseptin mantık hatalarına odaklanmıştım. Sonuçta ABD’de işlenen suçların küçük bir kısmı tutkudan kaynaklanıyor. Sırf yılda bir sene suçlar yasal diye soyguncuların para problemleri, uyuşturucu çetelerinin rekabeti ve ekonomik kaynaklı suçların hepsi yok mu oluyor? Anarşi, en azından bu problemin üzerine biraz daha gidiyor ve ABD’nin yeni devletinin Arınma Gecesi’ni yaratmasının arkasındaki motivasyonları ve komploları inceliyor. İlk filmdeki zengin ailenin tamamiyle inandığı bu programın ‘suçu kontrol altına almak’ fikrinin aslında sadece propaganda olduğunu, asıl sebebinin fakir topluma zulmetmek olduğunu görüyoruz. ABD başta olmak üzere dünyanın bütün ülkelerinde her geçen gün büyüyen servet eşitsizliğini basitçe olsa da tatmin edici bir biçimde ele alıyor DeMonaco. Zenginlerin fakirleri Arınma Gecesi’nde oyuncak gibi kullanmasını gösteren iğneleyici sahneleri, filmin en etkileyici anlarını yaratıyor. Yaşamlarını tehlikeye atmamak için hasta fakirlere binlerce dolar verip evlerinde öldüren, veya daha da kötüsü fakirleri kaçırıp "Hard Target" misali avlayan zenginlerin yarattığı sosyopolitik kara komedi tonu hedefini vuruyor. Kaynağını öğrendiğimizde midemizi bulandıran, kocaman taramalı tüfekli kamyonlar dolusu askerlerle dolu bir operasyon ise ilginç bir "ultra şiddet" görselliği yakalıyor. Ne yazık ki filmin en bariz problemi yavan karakterleri ve tahmin edilebilir hikaye yapısında. İlk film daha çok korku/gerilim türüne otururken DeMonaco ikinci filmi 80'ler John Carpenter stilini hatırlatan bir bilim-kurgu/aksiyona dönüştürüyor. Sonuçta Carpenter’ın New York’tan Kaçış veya Los Angeles’tan Kaçış’taki suç cehennemi şehirlerinin Arınma Gecesi’nin 12 saatlik suç cehennemi Los Angeles’ından fazla bir farkı yok. Fakat ister istemez Yılan Plissken gibi karizmatik bir karakter arıyor seyirci. Bu aksiyon kahramanı tipine en çok yaklaşan tipleme The Grey’deki etkileyici performansı ile dikkatleri çeken Frank Grillo’nun canlandırdığı Sargeant karakteri. Polis deneyimini esrarengiz birini öldürmek için kullanmayı planlayan Sargeant, istemeden bir kaç masum vatandaşı kurtarmak zorunda kalır. Ayrılmak üzere olan beyaz bir çift ve siyahi anne kızdan oluşan bu grup, klişe karakterizasyonları ile ne zaman ağızlarını açsalar filmin temposunu yavaşlatıyorlar. İlk filmden bir yıl sonra vizyona giren devamın görsel yapısı biraz fazla aceleye getirilmiş gibi. Görüntü yönetmenliği anlamında filmin dijital kameralarla çekildiği çok sırıtıyor, ayrıca mantık dışı bazı kamera hareketleri ve montaj seçimleri var. Filmi bitirmek için biraz daha zaman ayırılsaydı keşke. Buna rağmen DeMonaco, bir sürü çatışma sahnesini ve tonlarca akan CGI kanı (sinemacılar CGI kanın ne kadar sahte göründüğünü bilmiyorlar mı, gerçek kan efektleri o kadar mı pahalı?) türü seven seyirciye sunmaktan kaçınmıyor. Ultra şiddetli aksiyonda biraz da iğneleyici sosyopolitik kara komedi sevenlere tavsiye edilir. Beklentilerinizi çok yüksekte tutmadığınız sürece tabii.



       

10 Ekim 2014 Cuma

Meleklerin Cinsiyeti ( The Sex Of The Angels )



           
   
         The Sex Of The Angels afişinden de anlışalacağı gibi üçlü bir aşkı anlatıyor, iki biseksüel erkeğin birbirlerine ve bir kıza aşık olmasından bahs ediyor..


         Filmde Carla (Astrid Bergès-Frisbey), Rai (Álvaro Cervantes) ve Bruno (Llorenç González) adlı 3 gencin hayatını konu alıyor. Bu üçlü arasındaki aşk üçgeni öyle bir hal alır ki, Carla ve Bruno Rai’ye aşıktır. Ancak aralarında bir çatışma yoktur. Hem Carla hem de Bruno, Rai ile dilediği gibi vakit geçirir, birlikte eğlenir ve birlikte uyurlar. Dövüş sanatçısı olan Bruno aslında Carla’ya aşıktır. Ancak Rai ye karşı hislerine engel olamayınca aynı evde romantik ve erotik dakikalar engellenemez duruma gelir.

       Xavier Villaverde’nin senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı 2012 yapımı Dram-Erotik tarzı El sexo de los angeles izle Filminin başrollerinde Astrid Bergès-Frisbey, Álvaro Cervantes ve Llorenç González oynamaktadır. 



                                                                                                                                                                        

9 Ekim 2014 Perşembe

Serseri Mayınlar ( Mine Vaganti )





       Serseri Mayınlar demeden önce söze Ferzan Özpetek'le başlamak istiyorum. Çünkü Film ve Yönetmen bütünlemesinden karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum..

       1976 yılında Roma La Sapienza Üniversitesi’nde sinema tarihi öğrenimi için İtalya’ya gitti. Novana Akademisi’nde sanat tarihi ve kostüm, ve ‘Silvio D’Amico Tiyatro Sanatı Akademisi’nde yönetmenlik okumuş, Julien BeckLiving Teather ile işbirliğinden sonra, 1982 yılında ‘Scusate il Ritardo’ filminde Massimo Troisi’nin, daha sonra sokak sanatçısı rolüyle de ilk oyunculuk deneyimini yaşadığı ‘Son Contento’ filminde Maurizio Ponzi’nin yönetmen yardımcılığını üstlendi. Ferzan Özpetek, yönetmen yardımcısı olarak yaklaşık 15 yıl, Ricky Tognazzi, Lamberto Bava, Francesco Nuti, Sergio Citti, Giovanni Veronesi ve Marco Risi gibi farklı yönetmenlerle çalıştı.
      İspanya, İtalya ve Türkiye arasında bir ortak yapım olan ve yapımcılığını Maurizio Tedesco ile birlikte üstlendiği ilk filmi ‘Il Bagno Turco - Hamam’ eleştirmenler tarafından büyük beğeni topladı ve hem İtalya’da hem de diğer ülkelerdeki festivallerde ilgiyle izlendi. 1997 yılının Mayıs ayında İtalyan sinema salonlarında gösterime giren ‘Hamam’ filmi aynı zamanda Cannes Film Festivalinin en prestijli bölümü olan ‘Quinzaine des Réalisateurs’de yer aldı. 1996-1997 yıllarında düzenli olarak İtalyan sinema salonlarında gösterimde olan film, video kaset olarak çıktığı 1998 yılının Şubat ayına kadar (39 hafta) seyircisiyle buluştu. Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere 21 ülkeye filmin satışı yapıldı. Türkiye, Norveç, İsveç gibi çoğu ülkede gişe hasılat rekoru kırdı.


    Ferzan Özpetek fimlerin de Hangi ülke gurur duymalı düşüncesi oluşuyor. Filmlerini İtalya'da çekmesi, oyuncuların İtalyan olması, yaşanmışlıkların İtalyanları anlatması, bize pek bir pay düşürmüyor gibi, yine de kendisnin Türk olması bizim avantajımız.. Gurur duymamıza neden oluyor..

    Özpetek filmlerin de senaryosu kadar en çok sevdiğim kısım müzikleri, Özpetek'in filme koyduğu müzikler hem hikayeyi anlatıyor hem de bizi derinlere götürüyor, bir o kadar eğlenceli-bir o kadar hüzünlü..


     Hani düşünürsünüz ya; sanatçılar eserlerin de kendinden ya da hayatından bir parçaya koyar mı diye ? Ferzan Özpetek her filmin de kendinden ve hayatından bir parça bırakıyor. Yaşanmışlıklarını, aile yapısını, yaşanmamışlıklarını, hayallerini, aşklarını.. Serseri Mayın'da en çok gözüme çarpan kısmı, kendi teyzesinden bir parça koymasıdır, Kendi hayatını anlattığı İstanbul Kırmızısı adlı kitapın da teyzesinden bahsetmiş, eve erkek atıp, gece erkeğini gönderdiğin de ''Evde hırsız var!'' diye bağırmasından ve ev halkının buna alıştığından muzip bir dille bahsetmişti. Aynı sahneyi 8. filmi olan Serseri Mayın'da işlemiş... Sanatçıların eserine bakarak aslında onları tanıya biliriz..
 

    Filmin konusuna gelecek olursak, Güney İtalya'da Lecce şehrinde yaşayan, yörenin zengin ailelerinden biridir bu filmde sofralarına, sırlarına dahil olduğumuz. Yıllardır gizlenen bazı sırlar açığa çıkacaktır ve baba üzüntüden kalp krizi geçirir. Bunun üzerine aile kendi gerçekleriyle yüzleşmeye başlar. Film, hayata dair bir noktaya takılmaz, sanki tüm iniş çıkışları, tüm karar ve kararsızlıkları, tüm pişmanlıkları ve olması gerekenleri anlatmaya soyunmuş. Gizlenen sırrın açığa çıkmasından yola çıkarak filmin genel anlamda insanın hayatını yaşamak istediği gibi yaşaması gerektiği ve aile kuralları ve tabular yüzünden, başkaları tarafından yönlendirilen, başkalarının mutluluğu için yaşanan hayatların ziyan olacağını anlattığını söyleyebiliriz. Filmin hayat'ı çağrıştıran bir başka özelliği, trajik bir hikayeden yola çıksa da, komedinin oldukça ön plana çıkması, iniş çıkışların dengesi. Çok klasik bir deyimle kah gülüyor kah hüzünleniyoruz film boyunca, tempo devamlı değişiyor ve biz birden çok şey düşünüyoruz hayata dair. Sanki aslında küçük küçük alt hikayeler var filmde, çok fazla şey gösteren, düşündüren izleyiciye... Sinematografik anlamda da gayet başarılı bir filmle karşı karşıyayız. Geçmişle geleceği birleştirme üslubu çok hoş bir tat vermiş filme, hüzünlü, ama keyifli. Hele ki son sahne bu tadı doruklara ulaştırmış..

   Rengarenk, hayat dolu, kremalı, balonlu, boyalı, biraz biberli, çokça şekerli bir karışım tatmak isterseniz, serseri mayınların coşkuyla patladığı bu filmi izlemenizi tavsiye ederiz..




   

8 Ekim 2014 Çarşamba

Anlat İstanbul..



      Ulan İstanbul !! Ne insanlar yaşadı üzerinde, ne padişahlar, ne paşalar.. Hepsi geldi geçti üzerinden.. Ne orospular tanıdın, piçlere kucak açtın, yuva kurdun, katillere, mafyalara ana vatan oldun, masumları hep dışladın,. Temiz yüzlü-kötü kalpli İstanbul, güzelliğinle endamınla büyüledin insanları, bir esrar gibi bağladın kendine sonra yavaş yavaş yavaş yavaş yok ettin hepsini.
     Anlat İstanbul, insanları birbirlerine anlat, gördüklerini, duyduklarını onlara fısılda, orospuluklarını anlat millete, dolusun İstanbul; Boşal biraz !!


      Anlat İstanbul, birbirleriyle bağlantılı 5 ayrı öyküyü anlatıyor. Ve bir masallar kenti olduğunu düşündüğü İstanbul fonunda, beş klasik batı masalının üzerine kuruyor öykülerini. Bunlardan ilki olanFareli Köyün Kavalcısı'nda kendinden genç bir kadınla evli bir klarnetçinin; Pamuk Prenses'te öldürülen bir mafya babasının kızının; Külkedisi'nde bir prensin gelip kendisini kurtarmasını umut eden bir transseksüelin; Uyuyan Güzel'de biraz yemek bulma umuduyla girdiği köşkte hayal dünyasında yaşayan bir kadınla karşılaşan bir Kürt gencinin ve Kırmızı Başlıklı Kız'da hapisten yeni çıkan bir uyuşturucu kuryesinin öyküsü anlatılıyor.



           Nurgül Yeşilçay, Özgü Namal, Mehmet Günsür, Azra Akın, Çetin Tekindor gibi usta oyuncuların rol aldığı bu muhteşem filmin, beş farklı hikayesi beş farklı yönetmen tarafından çekilmiştir, senaryosu tek bir kişi  tarafından yazılmıştır..

7 Ekim 2014 Salı

Siyah ( Black )




         '' Hayatta sadece ölüme çare yok... Ölümle insan için karanlık başlıyor... Onun haricinde nefes alındığı müddetçe umut yitirilmemeli, mücadele bırakılmamalı.''

İşte film, tüm bu felsefeyi çok güzel bir dille izleyenlere sunmakta.. 

           Ne kadar empati yeteneğimiz olsa da, hayata görme ve duyma engeli olan bir insanın bakış açısıyla bakamayız, yeteneklerimiz ve kabiliyetimiz buna el vermez.. İşte bunu yapamadığımız zaman devreye Black ve benzeri film ve kitaplar giriyor. Hayatlarını, yaşadığı acıları, mücadelelerini, hissettiklerini, aşklarını bize, hissedilir bir şekilde, mükemmel oyuncu kadrosuyla, harika edebi yapıyla aktarıyor ve empati yeteneğimizi hat safhalara çıkartıyor..

        Yönetmenliğini Sanjay Leela Bhansali'nin, Başrol oyunculuklarını Rani Mukerji ve Amitabh Bachchan'ın paylaştığı bu başyapıt; 1980-1968 yılları arasında yaşamış olan Helen Keller'ın gerçek yaşam öyküsünden uyarlanan filmin kaynağı ise Keller'ın 22 yaşında yazdığı '' The Story Of My Life'' adlı otobiyografik kitaptır.


        Paul ve eşi Catherine evlenmişler ve mutlu bir yuva kurmuşlardır. Kısa bir süre sonra Michelle adını verdikleri bir kız çocukları olur. Ama ailenin mutluluğu uzun sürmez zira Michellle ne görebilir ne de duyabilir. Anne baba Michelle’i dış dünyanın etkilerinden ne kadar korumaya çalışırlarsa çalışsınlar küçük kız büyüdükçe hırçınlaşmaktadır. Catherine bir kez daha hamile kalır ve Sara’yı doğurur. Bu sefer baba Paul Michelle’i bir kliniğe kapatmak ister. Tam da bu günlerde ailenin hayatına Debraj Sahai adında özel bir eğitmen girer. Hem sağır hem kör hem de dilsiz olan Michelle’i eğitmeye gönüllü olur. Küçük kız onun ellerinde hırçınlığını yavaş yavaş bir kenara bırakarak, eğitim almaya hatta normal çocuklar gibi okula gitmeye bile başlar… 


  Siyah sadece karanlık ve boğulma değil. 
Başarının rengi. 
Bilginin rengi
Mezuniyet cüppesinin rengi. ..

5 Ekim 2014 Pazar

Bugün Eve Yalnız Dönmek İstiyorum ( The Way He Looks )



    Sinemanın en sevdiğim yanlarından biri de bu, hafızaya kazınan güzel şarkılar keşfetmek…


  -Büyük bir dram isteyen sen değil miydin?
-Hayır. Ben romantizm istemiştim..

  
   ''Sessizce çıkmıştı okuldan, onu hissetmişti biliyordu, şuan da tek hedefi evine gidip görmediği ve dokunamadığı o kişiyi düşünerek mastürbasyon yapmaktı, sesi bile yeterdi onun için, yürüdüğü zaman zeminde çıkardığı gıcırtıları, ses tonunda ki o etkileşim, öksürmesi, Mükemmeldi ! Harika ! Seksi olduğunu biliyordu, farkındaydı, emindi.. Sınıftaki bütün kızlar onun hakkında konuşmaya başlamıştı.. Gabriel! Gabriel! Gabriel! Her yerde o vardı, karanlıklarında, rüyalarında, sınıftaki bütün kızların ağzında, hayallerinde.. Fakat suskundu Leo, çünkü o kördü..''

  Sevmek için görmek gerekmiyor ki, bunu bize Daniel Riberio kanıtlamış bulunmakta.. Ve aşkın cinsiyet tanımadığını da tabii..

  Filmi bana sevgilim önerdi, normal de bu tarz filmleri asla kaçırmam ama bu sefer bu muhteşem filmi kaçırmışım, eğer siz de kaçırdıysanız kesinlikle izleyin.. 

  Filmin Teması Eşcinsellik aslında, Kör bir erkeğin, başka bir erkeğe aşık olmasını anlatıyor.. Ve Kör olan karakterimiz yani Leonardo'nun en yakın hatta tek arkadaşı diyebilirim; Giovana'nın da Leo'yla aynı erkeğe aşık olmasıyla olaylar başlıyor.. Çok Trajedik bir durum, sizce de değil mi ? Leo bu durumu AY TUTULMASI olarak adlandırıyor.. Güneş Gabriel, Dünya Giovana ve Ay'da Leo, üçünün arasında geçen Trajedik bir macera..

     


       2014 Yılında Berlin Teddy Ödülü'nü kazanan bu ''Mor Film''; arkadaşlık, kıskançlık ve aşk kavramlarının güzel bir karışımı. Dram ve Romantizm ayırmayan bir film.. 

4 Ekim 2014 Cumartesi

Evrim..



     

          GodJohnny !!!

         Bu Film Paganizm Kokuyor..

     Filmi izledikten sonra, oturup düşündüm.. Uzun uzun... ne kadar Müslüman olsam da filmin son sahneleri beni çok etkiledi. Şöyle bir varsayım yapalım; Johnny Deep'in Tanrı olduğunu düşünelim, senaryo gereği Deep her yerde, doğada, insanda, yağmur damlasında.. Ve zarar gören insan ya da bir eşya olsun Deep'in geliştirdiği Üst Düzey Yapay Zeka sayesinde saniyede iyileşme gösteriyor.. Bizim ''Üfleyici Çakma Hocalarımız'' gibi geliştirdiği teknolojiler körleri, sakatları tedavi ediyor.. Filmde ciddi anlamda Paganizm ön planda ve çok mantıklı açıklamalarla öne sürüyor.. Gerçekten Tanrı Biz miyiz ? Bütün Olarak Tanrı mıyız ? Aslında Tanrı Evren mi ? Sorularını bize yönlediriyor, bunu tartmamızı istiyor.. Olabilir.. Görmeden bilemeyeceğiz..


     Her filmin bir gizli mesajı ya da direkt olarak sunduğu bir mesaj vardır, ne kadar saçma bir film olsa da ne kadar eleştiriye kapalı bir film olsa da yazdığı ve yönettiği kişinin düşüncelerini barındırır; izleyen insanların bir dakika olsa bile o olgunun üstünde durmasını ister.. Aslında Sanat; Sanat ve Toplum içindir.. Ne kadar eğlence amaçlı olarak baksakta bu yapıtlara ve bunlar baş yapıt olmasa bile hepimize derinde bir mesaj verir. Evrim'de bu üstünde durmamız gereken filmlerde biri; Bilmi Kurgu olmasına rağmen, dinsel ve teknolojik olarak ilerde insanlığın karşılacağı durumları öne sürmüş..

 
    Evrim bana biraz Revolution dizisinden esinlenerek yazıldığı düşüncesini uyandırdı, izleyenler bilir..

 
 

     Konuda bir araştırma grubu olan A.I. önemli bir proje üzerinde çalışma yürütürken, yapay zeka kullanımında insanlık gerçeğini zorlayan Will; Bree’nin liderliğinde kurulan R.I.F.T’in suikast hedefinde kendisini bulur. ‘Bree’ anti-teknolojik bir grubun liderliğini yapmaktadır. Radyasyon zehirlenmesine tabi ölüm cezasıyla karşı karşıya kalan başkarakter, asıl konunun başladığı noktayı oluşturur. Will’in eşi Evelyn, bilimsel çalışmalarda beraber çalıştığı eşini kurtarma adına, yakın dostu Max’ten olmayacak bir deney gerçekleştirmesini ister. Bu deney sonrası ortaya çıkacak olan durum algısal bir operasyon olacağı için, A.I. Grubu kendi alt seviyesinde bir oluşumun ortaya çıkmasını sağlar. Fakat işler onların istediği gibi ilerlemeyecektir. Will, ‘dünyada olan bitene müdahale etme’ fikriyle hareket ederek, biyolojik ve teknolojik olguları sil baştan değiştirmeye kalkışır. Yeni beyinsel dürtüsü -buna açlık da diyebiliriz- global dünyanın istedikleri dışında ilerlemektedir.

2 Ekim 2014 Perşembe

UTANÇ...


 
                         Kapitalizmin ardında ki yalnızlık...

   
        Filmin aldığı ödüller, ''En iyi Erkek oyuncu dalında Britanya Bağımsız Film Ödülü'', ''En iyi Editör dalında Avrupa Film ödülü'', ''En iyi görüntü yönetmeni dalında aldığı Avrupa Film ödülü''

       İsterse konusu, müzikleri olsun isterse içerdiği gizli mesajları olsun film son yılların en iyi filmi.

       Film aslında ''gri'' ve ''cinsel doyumsuzluğu'' olan bir karakteri görücüye çıkartıyor.. Kapitalizmin etkileri ve ''robotlaşan'' insanlığın son halini gözler önüne seriyor. ROBOTLAŞAN insanlık diyorum çünkü; elimizde tek hayvani dürtümüz seks kalıyor, kalabalıklaşan nüfusun; kalabalıklaştıkça insanlarda artan yalnızlığın etkilerini ve kendini mutlu etmek için porno sitelerinde gezmeyi, mastürbasyon yapmayı en önemlisi seks yapmayı bir araç olarak gören bizi anlatıyor..

      Filmi aslında Brandon'ın filmi olarakta değerlendire biliriz. Çünkü filmin hemen hemen her karesinde Brandon yer alıyor ve hiç bir yan hikaye bulunmuyor.
     
     Konusuna gelirsek, Brandon büyük bir şirkette çalışan üst düzey bir yöneticidir, hiç bir arkadaşı yoktur şirkette ki patronu hariç. Hayatı Porno siteleri, mastürbasyon ve seks Bermuda Şeytan üçgeni içerisinde geçmektedir, tek hobisi metroda kestiği evli kadınlardır. Brandon kaçamakların birinde evine dönerken, banyoda birsinin olduğunu fark ediyor, daha sonra bu yabancının kız kardeşi olduğunu öğreniyoruz. Tatlı kızımız Brandon'ın hayatın lapppp!!! diye düşüyor ve ona yakınlaşmak için elinden geleni yapıyor..
     Filmin dönüm noktası ise Tatlı kız kardeşi Sissy'nin Brandon'ın tek arkadaşı ve patronuyla yatması oluyor. Sissy'nin gelmesiyle Brandon'ın hayatının alt-üst olması yetmezmiş gibi arkadaşıyla yatması Brandon'ın zoruna gidiyor. Ve bu olay ona insanlardan, kız kardeşinden ve arkadaşından daha çok uzaklaşmasına neden oluyor. Bu olaylar gerçekleşirken Brandon şirketten bir kadınla tanışıp akşam yemeğine çıkıyor ''Brandon için şaşırtıcı bir durum'', fakat kadınla yatamıyor, yapamıyor. Ona farklı duygular uyandırdığı için ona bir şey hissetmeye başladığı için kadına tabiri caizse tekmeyi basıyor ve eski heyecanlı hayatına geri dönüyor. Filmin finali, kız kardeşinin intihar teşebbüsüyle son buluyor.

      Filmin son sahnesi ilk sahnesi gibi metroda geçiyor, Brandon yine evli ve güzel bayanı kesmeye başlıyor. Bayan durakların birinden inmek için ayağa kalkıyor. Ama Brando bu sefer hiç kımıldamıyor.

     

1 Ekim 2014 Çarşamba

Şiddet Güzeli !!!





      Kesinlikle izlemeyin derim, kanınızı donduracak bir film...

     Konusunu anlatmadan önce filmin başarısından bahsetmek istiyorum; Film,2013 Venedik Film Festivali'nde ''En iyi yönetmen'' ve ''En iyi erkek oyuncu'' ödüllerini kazandı. 33. İstanbul Film Festivali'nin seçkisinde yer alıyor.. 

     Filmin Yönetmeni Alexandros Avranas'dan girip toplumsal isyanlardan çıkabilirim fakat bu kadar uzun yazı yazmak istemiyorum. Tek amacım bu filmi kanınız donarak izlemeniz..
     
     Film orta sınıf bir ailenin 11 yaşındaki kızlarının doğum gününde yüzünde bir gülümsemeyle intihar etmesiyle başlıyor, gerilim hissini koruyarak bize yozlaşmış bir ailenin portresini çiziyor ve ataerkil yapıya eleştiriler içeriyor.. 

    Film delisiyimdir aslında ama hayatım da izlediğim en iyi filmlerden biri, ilk 40 dakika sadece yozlaşmış bir aile portresini izliyorsunuz, oyunculuklar harika herkes bir birinden bir şeyler saklıyor ve bunu oyuncular bize çok güzel bir şekilde belli ediyor aslın da bir birlerinden değil de bizden de saklıyorlar da olabilir, bu konu hakkında irdeleme yapmayacağım. Çok sakin bir şekilde başlayan film manyak bir şekilde final yapıyor. Sakin diyorum çünkü; 11 yaşında ki kızın intihar etmesi, yapısal olarak asla ama toplumsal olarak ''yerin de ben  olsaydım belki ben de gülümseyerek intihar ederdim'' düşüncesini uyandırıyor. Çünkü... Çünkü Annesi ve Teyzesi; Dedesi tarafından 11 yaşından beri '' Zorunlu seks işcisi'' olarak kullanılmaktadır, bir de bu yetmezmiş gibi pislik herif 14 yaşında ki kızını beceriyor '' yok abi daha neler'' diyorsun içinden.. Ana-avrat düz gidiyorsun adama, kanın donuyor buz gibi oluyor, göz yaşlarının yerini öfke alıyor yavaş yavaş ve sonra filmi dondurup, sigara molası veriyorsun, dayanamayıp yakınında ki insana anlatıyorsun çünkü içini dökmen lazım, öfkeni kusman lazım yoksa filmi izleyemeyeceksin, rahatlıyorsun filmi izlemeye devam ediyorsun, sonra birden boooommmm!!!! ''pislik herif'' 8-9 yaşında ki torununu ''hadi dondurma yemeye gidelim'' ''bahanesiyle'' satmaya götürüyor. Gel de sinirlenme, gelme ana-avrat düz gitme, küçük torunun getirdikten sonra ''kaderin sillesi'' adama doğru dönüyor ve gece eşi tarafından bıçaklanarak öldürüyor, ''ohhhhh diyorsun iyi oldu sana''... Ve evde bir rahatlık oluşuyor, sıfır göz yaşı sıfır zorunlu seks işçiliği....